04 Ekim 2025


Suzan Samancı: İki dilliliğin artırıcı büyük verimi



Faik ÖCAL

A- A+

Tarihin sahnesi egemen olan ve ezen, egemen olunan ve direnen toplumların savaşımına tanıklık ederken, tarih yaşanan olayları biriktirir, çarpıştırır, böler, birbirinden ayırıp yeniden oluşturur. Antidemokratik toplumlarda, farklılıklara yaşam alanı tanımayan, farklı kültürleri ve dilleri bir tehlike olarak gören, toplumsal kimliğini ve kişiliğini oluşturamamış yönetimler hep çatışmacıdır.

Mitolojilerde, dinsel kitaplarda, masallar ve söylencelerde, “insan” denen varlık, sevgide, aşkta, öfkede ve nefrette hep kendini arayıp özgürlüğünü oluşturmak ister. Yok olma tehlikesi karşısında, insanlar bir araya gelip, gerçekliğe yönelirken, hiç bitmeyecek zorlu ve acı dolu yolculuğu da göze almış olurlar.

Felsefe insanlığın temel sorunlarına kavramsal bir karşılık bulma denemesiyse, edebiyat sadece dil midir? Önce hayal eden, sonra düşünen insan için edebiyat: yaşadığı toplumun yansımasında şekillenen bilincin, kendi varlığını oluşturma ve toplumsal bellek yitimine ve şeyleşmeye karşı bir direnişi midir?

Faili meçhul cinayetlerin art arda işlendiği yıllarda, Can Yayınları daha çok çeviri kitaplarına yer verirken, farklı bir coğrafyada yetişmiş, o coğrafyanın gerçekliğini iliklerine dek yaşamış genç bir yazarın kitabını yayınlıyor. Suzan Samancı: Reçine Kokuyordu Hêlîn. Bir anda   belleklerde   yer ederken, “Kimdi, nereliydi?” uzun süre merak konusu olurken, yine aynı yayınevinden Kıraç Dağlar Kar Tuttu öykü kitabı yayınlanıyor, yayınevi “Orhan Kemal Öykü” ödülüne katılıyor. Bianet’te Ferid Demirel ile yapılan röportajda sansasyonel imaj edinmemek için yıllarca sakladığı gerçeği dile getiriyor.

“Sanırım şu gerçeği dile getirmek gerekiyor, şu an da var olan üç dört çeviri ajanslarında bizlere yer yok, bu süreçte bunu beklemek de safderunluk olur. Özgür olamayan bir ülkenin çeviri ajansları da özgür değil! Bizlere verilen yanıt, “Çok yoğunluk!” ya da ajanslara kaydedilirseniz de sessizlik…”

“Yıllarca söylemedim, gerek görmedim, dile de getirmedim, 1997’de Orhan Kemal Öykü Yarışmasına katılan Kıraç Dağlar Kar Tuttu adlı öykü kitabıma oy birliğiyle birincilik verilirken, Adana Gazeteciler Cemiyeti kurulda buna müdahale ediyor, seçici kuruldan Demirtaş Ceyhun, “Siz gerçekçi edebiyatın önünü tıkıyorsunuz” diye, jüri üyeliğinden çekiliyor. İkincilik ödülü verildi, törende çok şey duydum. Refik Durbaş henüz yaşıyorken, kulaklarını çınlatmak gerek, Diyarbakır’daki görüşmemizde, ödül ile ilgili kaygılarını dile getirmişti. Bu durumdan sonra hiçbir ödüle katılmadım, Leyla Erbil ne kadar haklıymış.”

2001 yılında İletişim Yayınları’nda yayınlanan Suskunun Gölgesinde adlı kitabı o yılın önemli kitabı olarak görülüyor; ödül için adının geçtiğini yine tartışma konusu olduğunu duyuyor ve ödül Samancı’ya verilmiyor.

Metin Aydın ile yaptığı uzun soluklu söyleşisinde:

“Yazmaya karar verişim çok bilinçli bir karardı. İlk gençlik yıllarımda öylesine bir sevdaydı ki, dışarıdaki gerçekliği ve kötülüğü görmek istemeyen, sanatın ve edebiyatın dünyayı kurtaracağına inanacak kadar Don Kişot, “Körleşme” romanın kahramanı Prof. Kien kadar kitaplara âşıktım.”

“Yazma ediminin uzun erimli ve zorlu bir yolculuk olduğunu kavradıkça, gelgitler yaşadım elbette. Öğrenme ve bilinçlenme süreci çok sancılı bir süreçtir. Dayatılan dogmatik ve kutsanmış değerler, alışkanlıklar, öğrenilmiş çaresizliği, çıkmazları ve boyun eğişi sunar. Bunlara hayır demek kolay değildi. Bir de geleneksel işleyişin daha fazla hüküm sürdüğü, yetmişli yıllarda politik hareketlere katılan kadınlar, erkeksi rollere büründüğünde, onlara biraz alan açıldı ve Türkiye’de yetmişli yılların sonlarına doğru bir avuç kadın yazarın sesi duyuldu.”

“Her yana çöreklenen ve eril şatolarda gezinen “Barbe Bleue”lerin karşısına duygularınızla değil de aklınız ve üretiminizle çıktığınızda, kuşatılmak kesin bir sonuçtur. Öğrendikçe, gerçekleri imleyen, farklı kulvarlarda verimliliklerini sergileyen kadınlar böylesi toplumlarda dışlanır. Gelişmenin zorlu yolculuğunu göze almamak, ‘kendilik yitimini’ hazırlar, bu nedenle, siyasal ve toplumsal sorunların zeminini hazırlayanlar kendimize ait olanı yabancılaştır. Bu yabancılık, sanatsal, politik ve her türlü alanda etkinleşememenin sürecini de kalıcılaştırır. Yazmak, öğrenmek ve bilgi sahibi olmak, benim için özgürleşmeye, “kendi oluşa” giden yoldu; bu sürekliliği tercih etmek, kendimi tanıma, oluşturma kuvvetine sağlam bir zemin hazırlarken, en iyi savunma aracım da oldu”

Suzan Samancı, Diyarbakır’ın Kürtçe adı Haşuli, Türkçe adı Karaçimen olan köyde 20 Eylül 1962’de doğuyor. Babası Ankara İlahiyat Fakültesi ikinci sınıftayken “Nüfus kimliğini çıkarın, onları Ankara’ya getireceğim” dediğinde, kimliği “1964” olarak çıkıyor.

Hiç Türkçe bilmeyen annesiyle Ankara’ya gittiğinde iki buçuk yaşındadır, ilk kez elektriği gördüğünde “Eletiriğa me çi xweşik e!” (Elektriğimiz ne güzel!) dediğinde, annesi de Ankara’da Türkçe bilmemenin sıkıntısını çeker. 

Öykülerine konu olan otobiyografik öyküleri Radyodaki Ankara ile Perili Kenttir eserinde toplar.12 Mart muhtırasında babası Diyarbakır İmam Hatip Lisesi’nde öğretmendir, Nevşehir’e sürgün edilirler. 2023’te vefat eden doktor kız kardeşine hitaben Gülseren’e ve kadınlara mektup adlı yazısında:

“Hiç unutamadığımız, belki de anımsamak istemediğimiz çocukluk anılarımızdan birkaçı kendini dayatıp, öykülerime sıçrayıverdi. Nevşehir’de geçen beş yılımızda çok şey biriktirmiştik. Yaz tatillerinde tüm çocuklar camiye gider sure öğrenirdi. Biz de gidelim dedik. Gittiğimizin ikinci günü çevremiz birkaç büyük erkekle, yaşıtımız kızlarla sarıldı. ‘La şunlar Kürdümüş hemi de komünistlermiş!’ deyip dövmeye kalktılar, çemberi yarıp nefes nefese eve koştuğumuzda çok korkmuştuk. O akşam evde camiye gitmeme kararı alındı.”

“Sonra Lice depreminin olduğu yıl babaannemiz gelmişti, üç ay kalmak onun için ne büyük bir işkenceydi. Türkçe konuşamadığı için eve gelen misafirlerden sıkılıp ha bire örgü işlerken, ufluyor pufluyor, ‘Ne zaman gidecek bunlar?’ diye söyleniyordu.  Bir akşam teravih namazı için bir grup kadına takılıp camiye gittiğimizde, babaannemin dizinin üstündeki eline bakıp fısıldaştı kadınlar. Tüm kadınlar iki ellerini dizlerine koyarken, babaannemin sağ elinin işaret ve büyük parmağı açı şeklindeydi. Biz de aynısını yapmıştık. Sıradaki kadınların garip bakışları altında yalnız kalıvermiştik. Babaannemin dudakları titrerken, arkadan sesler geliyordu. ‘Tövbe tövbe cavur mu ne bunlar!’ deyişlerini hiç unutamadım.”

Hayatı boyunca zoru sevdi, imkansıza oynadı. 1980’lerin karanlığında eril düzene kafa tuttu, kimliğinin farkındalığıyla yazmanın ve edebiyatın varoluşuna tutundu. “Kendine ait odası”nı yaratıp, edebiyatın ve estetiğin izini sürme kararı verirken, 1979’da Diyarbakır Lisesi’ni bitirmiş, bankada çalışması için, kimliği 1961 olarak değişiyor.

Fakat o ne eğitimine devam etmek istiyor ne de bankada çalışmayı. Annesinin dediği gibi “Aklı fikri, kitaplarda ve artistlerde!” Yazmayı temel meslek olarak seçtiğinde on iki edebiyat dergisini takip ediyor, İstanbul’dan sipariş ettiği kitapları alabilmek için küpesini satıyor.  Çevresinin ve akrabalarının ilgisiyle kuşatılıyor, ne olduğunu bile bilmeden bankacı yakınıyla evliliğe evet derken, yoğun okumalara gömülüyor, şiir yazıyor, dergilere gönderiyor.

Babasının mesleğinden dolayı farklı kültürlerle tanışıyor: Ankara, Nevşehir, Giresun, Samsun… Belki de bu yüzden hep yolları, uzakları, yalnızlığı sevdi.

Yazmak, demokrasisi, sanat ve estetik bilinci gelişmemiş ülkelerde sürgün olmak, cezaevine girmek, ihbarnamelere cevap vermektir. Tarihin sayfaları yazarların, düşünürlerin, gerçek aydınların trajedileriyle doludur.

“Öğrendikçe, gerçekleri imleyen, farklı kulvarlarda verimliliklerini sergileyen kadınlar böylesi toplumlarda dışlanır. Gelişmenin zorlu yolculuğunu göze almamak, ‘kendilik yitimini’ hazırlar, bu nedenle, siyasal ve toplumsal sorunların zeminini hazırlayanlar kendimize ait olanı yabancılaştır. Bu yabancılık, sanatsal, politik ve her türlü alanda etkinleşememenin sürecini de kalıcılaştırır. Yazmak, öğrenmek ve bilgi sahibi olmak, benim için özgürleşmeye, “kendi oluşa” giden yoldu; bu sürekliliği tercih etmek, kendimi tanıma, oluşturma kuvvetine sağlam bir zemin hazırlarken, en iyi savunma aracım da oldu. Yola bir başına çıkma serüveninde, topluma söyleyecek sözü olanların, yazma ve üretme edimine, sadece eril zihniyet çerçevesinden de bakmamak gerekir.”

Yaşadığı toplumun, coğrafyanın, devlet-toplum ilişkisini, birey- toplum ve devlet ilişkisinin nedenlerini bilmenin, doğal olarak edebiyata yansıdığının farkındalığıyla ilkin şiir, öykü ve roman yazarken kaygılıdır, çünkü yaşadığı yıllar ve coğrafya zorludur, ateş çemberindedir, korkunun ve ölümlerin cirit attığı yıllarda.

2004 yılında Metis Yayınları’nda, Korkunun Irmağında yayınlanır. Olay örgüsü olmayan roman, gri, korku dolu bir atmosferi şiirsel ve dilsel bir şölene dönüştürürken, zulmün hırıltısını, savaşın insan üzerindeki etkisini, baskının ve şiddetin olduğu yerde insanların nasıl çıkış yolları aradığını, özgürlük, insan, kent ve doğanın sarmalında insana dair olanı   evrensel bir dokuya taşıyor.

2012 yılında Halepçe’den Gelen Sevgili, Sel Yayınları’nda yayınlanıyor. 1988 yılının mart ayında Halepçe katliamında Türkiye’ye sığınanlar ilkin Dicle nehri kıyısındaki çadırlara yerleştirilmişti. Bu gerçeklikten hareketle Halepçe’den, Diyarbakır’a İstanbul ve Cenevre’ye uzanan ilişkilerde; Anadolu’yu, Kürt realitesini, Avrupa’yı yaşarız. Ayvalıklı öğretmen olan Zeynep, mecburi hizmeti sırasında Kürt Hüseyin’le evlendikten sonra, eşini faili meçhul cinayette kaybeder. Aydın ve entelektüel bir kadın olan Zeynep, işten atılınca, tüm yaşamını öğrenmeye ve insan hakları mücadelesine adar. Halepçe katliamında tüm ailesini kaybeden Delia’yı yanına alır, onun koruyucu ailesi olur.

2016 yılında Ayrıntı Yayınları’nda Koca Karınlı Kent romanı yayınlanır. İstanbul’a zorunlu olarak göç eden bir ailenin dramı Havin’in gözünden ironik, metaforik ve şiirsel bir dille anlatılırken, Türkiye’nin, yaşadığı zorlu coğrafyanın sosyo-politik derin analizidir. Her gece haritada arayıp bir türlü bulamadıkları ülkenin yorgunudur koca karınlı kente uyum sağlamaya çalışan aile. Koskoca bir tarihi sığdırır damıtık sözcüklerine, onun yazımında fazlalığa yer yoktur ve tembel okuyucuların romancısı değildir Suzan Samancı.

2008’de gönüllü olarak Cenevre’ye yerleşir, yeni bir yaşama, yeni bir dil ve kültüre adım atıp sıfırdan başlayacak kadar gözü pektir. Zorluğunu sessizce yaşar, beş yıl boyunca bir şey yazamaz.

foto: Serdar Sever

2015 yılında ilk kez anadilinde yazar, Ew jin û mêrê bi maske yayınlanır. 2019’da Mirzayê Reben adlı romanı, 2021’de Çirokên Jinên dil Şikestî, 2024’ te Payîz an jî Ziyab adlı romanı Avesta Yayınları’nda yayınlanır.

“Doksanlı yılların ortasından sonra Kürtçe yayınevlerinin yaygınlaşması ve kısmen özgürlük alanının oluşmasıyla, hep bir sessiz akış içinde olan Kürtçe çağıldamaya başladı. Tüm diller ile ilişki geliştiricidir ama anadilinden koparılan bir ruh “Lengüistik dram” içinde bir ömür boyu travmadan kurtulamaz, anadil ruhumuzun gerçek evidir, anadili ile barışmayan, bunu içselleştirmeyen bir bilinç, adsız ve rolsüz bir varlık olarak sürüklenip, tarih dışında kalır.”

“Kendi oluşun temelinde, anadilin özgürce kullanımı ve yazımı yatar, bu doğal ve olması gereken eylem, dil ve öznellik ilişkisini belirgin hale getirir: Hem özneli hem de nesneli barındırıp anlamı dilde somutlaştırırsa yaşam bulur”.

Dil bilimci Necmiye Alpay “Her durumda Suzan Samancı, ülkemizde korkarım henüz hiç incelenmemiş olan, iki dilliliğin o artırıcı, büyük verimlerinden biri; yazarlıkları birbirine hiç benzemese de, Yaşar Kemal ve daha niceleri gibi…” derken, Suzan Samancı’nı öykü ve romanlarına dair kapsamlı çalışma yapan eleştirmen ve yazar Tufan Erbarıştıran’dır.

Türkçe yazdığı için eleştirilere maruz kalan Suzan Samancı, Kürtçe yazdıktan sonraki suskunluğa da kulak tıkayıp, sömürge psikolojinden kurtulamayanları umursamayıp, edebiyatın kliklerine takılmadan yoluna devam ederken, gerçek özgürlüğün, iyi ve kalıcı edebiyatın başkalarının onayına ihtiyaç duymadığını biliyor.

Bir ülkenin gelişmişliği, gerçek demokrasisi kadınların içinde bulunduğu durum ile   yazar, sanatçı ve aydınlara verilen değerde somutlaşır. Aydınları, ötekileri, sanatçı ve yazarları tehdit olarak gören bir yönetim demokratik değerlerden uzak, sözde bir yönetim şeklidir. Sanat ve yaratım süreci özgür ve destekleyici bir ortamda gelişip anlamına kavuşur. Sanata ve sanatçısına değer vermeyen toplumlar özgürleşemezler. Kürt yayınevlerinin ortak bir paydada buluşarak, ciddi çeviri ajansları açmalarının gerekliliği kendini dayatıyor, zira artık çağdaş dünya edebiyatının kulvarında sesini yükseltecek edebiyatçılarımız var.

Çözüm sürecine girmiş olduğumuz bugünlerde Suzan Samancı ve onun gibi sürgün yazarlarının yurda dönüşlerini mümkün kılacak adımların atılmasını, eleştirel demokrasiyi aşıp, çözümsel ve farklı kültürlerin haklarını koruyacak demokratik bir yapının   oluşmasını temenni ediyoruz.

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır