Burası Badamdar’da bir yerleşim yeri. 1992’de topraklarını Ermenilere bırakmak zorunda kalan Dağlık Karabağ Kürtlerine, Azerilerine, devlet buralarda yerleşme hakkı vermiş. Hepsi mülteci bu insanların, çoğu Şeylani aşiretinden. Geldiğim yerlerde de çok sayıda mülteci vardı. Iraklı, Suriyeli mülteciler. Her yerde mülteciler var. Mülteciler arasında yaşayan bir mülteciyim ben de. İşte biz mülteciler dünyanın-dünyalıların başına bela olmuşuz, sığıntıyız. Suretimiz insan olduğu için böyle yerleşim yerleri veriyorlar bize. Acılarımız hiç unutulmuyor. 1990’lı yılların başlarında dünyanın her yerindeki bütün Kürtler acı çekiyordu; kimi katlediliyordu, kimi kimyasal gazla zehirleniyordu, kimi sokak ortasında infaz ediliyordu, kimi sürgün ediliyordu, kimi hapishanelerde ölüme terk ediliyordu, kimi hayatta kalmak ve bir gün acılarının hesabını sormak için Avrupalıların helâlarını temizliyordu.
1990’lı yıllarda dünya bütünüyle Kürtlere cehennem olmuştu. Ortadoğu’da, Asya’da, Avrupa’da, Amerika’da... Irak’ta Saddam’ın kimyasal bomba kullandığı yıllar, Türkiye’de devletin faili meçhullerle evlerinden alıp asit kuyularına attıkları yıllar ya da sokak ortasında ihtiyar çınarların yakıldığı zamanlar, sembol isim, Musa Anter.
İran’da, Mahabad’ta, Urimiye’de asimilasyon yılları, Suriye’de Hafız Esed’in muhaberatının Kürtlere soluk aldırtmadığı yıllar, Azerbaycan-Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ’da yaşayan Kürtlere Ermenilerin yaptığı zulüm yılları, Rusya’da Sovyet sosyalizminin Kürt kültürünü asimile ettiği yıllar. Bütün bu zulümlerin arkasında da emperyalist güçlerin çıkar çatışması, bir yandan Rusya öbür yanda Avrupa, ortak payda: mazlumlar. Emperyalist ülkelerin sömürü emelleri yüzünden bütün dünya cehenneme dönüştü, ABD’ye yapılan 11 Eylül saldırısı bu cehennemden dolayı çıktı. Rüzgâr eken fırtına biçer. Bu cehennemde canları en çok yanan halklardan biri de Kürtler oldu. Yani her yerde acının Kürtçesi aynı: Ölmek, yok edilmek, mülteci olmak, sürgün olmak.
2003’te Irak’a girdi ABD, Saddam Hüseyin’i devirdi. Hala da Irak’talar, çıkmak, gitmek gibi niyetleri de yok gibi, ama göstermelik-sembolik gitmiş gibi yaptılar geçen yıllarda. Ne olursa olsun bağımsız Kürdistan’dan söz etmiyorlar çıkarları gereği, şimdilik. Yarın öbür gün çıkarları gereği bir Kürdistan devletine ihtiyaç duyulursa hemen kurdurturlar. Şimdilik güdülen politika belli: Kürtleri kullanmak. Sonra da müthiş bir algı operasyonuyla dünya basınına kendilerini Demokrasi ve Barışın savunucuları gibi gösteriyorlar. Ama bu yalanlara artık çocuklar bile inanmıyor. Yediden yetmişe herkes ABD’nin, İngiltere’nin, bütün bir Avrupa’nın küçük bir çıkarı için bütün insanları hiçe saydığını biliyor. Abartılı ve kaba gerçek: Bir Batılı insanın hayatı, milyon Doğulu insanın hayatından daha değerlidir. Yani şimdilik dünya adalet terazisini elinde tutan Batı, kefelerinden birine tek bir Batılı insanı, diğerine de milyon sayıda Doğulu insanı koyuyor, ama ne hikmetse tek bir Batılı insan daha ağır basıyor. Anlamadığım, Batılı insan nasıl oluyorsa burada niteliğine bakıyor. Cevap basit aslında: Çıkarları gereği... Yani, Batılıların çıkarlarına göre, nitelik ve niceliğin değeri değişebiliyor. Batı medeniyetin son harikası da bu...
*
Yalnızlığın tadını çıkarıyorum. İşte aradığım, ihtiyaç duyduğum ortam bu. Hiç tanınmadığım, tanımadığım bir yerde tek başıma yaşamak, yaşama dair bir şeyler duyumsamak. Kim olursa olsun, bir yerden sonra herkes fazla gelmeye başlıyor. Herkesin fazla geldiği an, benim dahi kendime tahammül edemediğim, kendimi kaldıramadığım, bir yere yerleştiremediğim, taşıyamadığım andır, acilen yalnız kalıp kendimle olmam gerekir ki, sakinleşebileyim, normalleşeyim kendimce. Arı gibiyim, arılar dağ bayır gidip çiçeklerin özünü toplarlar, sonra da kovanlarına dönüp topladıkları çiçek özleriyle ballarını yaparlar. Bal yapmak, onlar için yalnız kalmakla, kendi olmakla mümkündür. Yalnız kalarak, kendilerini bütün varlıklarıyla bal yapma işine verirler, bu sayede özlerini gerçekleştirirler, kendi olurlar. Topladığı çiçek özüyle dolanıp duran, bir kovanda bal yapamayan bir arı, manevi intihar yaşıyor demektir. Çiçeklerin özlerini toplayıp bal yapamayan bir arı çıldırır, ölür, muvazenesi alt üst olur, yitip gider. Ben de böyleyim, dışarıda görüp yaşadıklarımı, içerideki hayal edip düşlediklerimi, ara yerde devşirdiklerimi yalnız kalıp kelimelerimle ete-kemiğe büründürüp kâğıda dökmem gerekir. Aksi takdirde muvazenem bozulur, garip hareketlerde bulunurum, aksileşirim, çıldırırım, son raddede yitip giderim.
Son zamanlarda dışarıda topladığımı çiçek özlerini bal dönüştürecek ortamı bulmakta güçlük çekiyorum. Ya gün ortasında kahkahaların gölgesine saklanıyorum ya da gecenin karanlığında sessizliğine sığınıyorum. Bu, beni müthiş rahatsız ediyor. Çoğu zaman çıldırmaktan korkuyorum; çünkü zamanımı istediğim gibi kullanamıyorum. Kendime zarar verdiğimi biliyorum. Kendime zarar verdikten sonra başkalarına rahatsızlık vermek kaçınılmaz oluyor. Başkaları. Benim olmayan başkaları ya da beni bana düşman etmek isteyen başkaları. Zaten bütün sorun da bu başkaları yüzünden çıkıyor. Başkalarına başkaldırarak yaşamak, böyle bir yaşamaktan yalnızlığı kurtarmak… Yalnız kalmaktan korkan başkalarına yalnız kalmanın önemini ve erdemini nasıl anlatabilirsin. Anlatırsın ama pek yalnız kalırsın. Hatta o kadar yalnız kalırsın ki, yanında yörende, yakınızda uzağında hiç kimseyi bulamazsın, göremezsin.
Dışarıdan konuşmak kolay ve ucuz. Asıl mesele, içeride konuşabilmekte, içeriden konuşturabilmekte. Çünkü bu zor ve ağır olanı… Her konuştuğunda ruhuna dünyanın kirli ve paslı bir çivisi çakılıyor. Sonra da bunun adı hayat oluyor, ömür oluyor, mesela yaşam deniliyor.
Yazdığın her kelimeyi kanınla yazıyorsun. Yazdıkça kan kaybediyorsun, acı çekiyorsun, kahroluyorsun. Kan kaybederken, acı çekerken, içten içe kahrolurken ayakta durmaya çalışıyorsun, ayakta duruyorsan insansın, güçlüsün, kendinsin. Başkasına dayanamazsın, başkasından kan-destek alamazsın. Kaybettiğin gücü, kanı kendinde, içinde bulacaksın. Acısından güç alanlar, ayakta durmayı başaranlardır. Acı, ayakta kalmaya mecbur olduğunu bilmek. Acı, yıkılmanın, düşmenin, ölmenin bir kolaylık, bir acizlik, bir zayıflık olduğunu bilmek, hiçbir şekilde buna tenezzül etmemek. Acı, sonsuz yıkımlar içinde, sende “ters tepki” yaratacak olan yıkımı bulup, o yıkımla yıkanmak, o yıkıma bürünmek, o yıkımla bir olup yürümek, nerede olduğunu bilmeden, nereye varacağını hesaplamadan. Acı, o meçhul zaferi, yana yakıla yenilgilerin toprağından çekip çıkarmak. Sonra çıkıp gideceğim bu şehirden, nereye gideceğimi bilmeden. Etrafımdaki hakikat ışığının nasıl yanlış yerlerde heba edildiğini hiç unutmadan...
*
İçten içe çürür yanaklar, aşikâr akar gözler. Tutam tutam dökülür saçlar. Bir uzar, bir kısalır tırnaklar. Ayrılık bitmiştir, vuslat olmuştur. Rüyanın tabiri çıkacaktır. Yeryüzünde bir hayli dolaştırılan tabut, nihayet ait olduğu yere teslim edilmiştir. Allah’ın vaadi haktır, hak olan er-geç vaki olacaktır, Allah’ın hükmü icra olunacaktır. Hangi trenler geçmiştir yanaklara çizilmiş görünmez raylardan. Hesabı alınacaktır. Hangi kuşlar uçmuştur gözbebeklerinde, toplanılıp hesaba çekilecektir. Saçları dökülmüş sözcükler tek bir cümlede ifadesini bulacaktır. Tırnakların aynasında okunan hikâyeler, görülen yüzler, dökülen gözyaşları, çılgın kahkahalar, desiseler, sorgular, sorguçlar, maskotlar.
İhtiyarların göz çukurlarından hiç çıkmadım, terk edilmiş bakışları hiç terk etmedim, mezar taşlarına bakıp yoluma devam ettim, kayıplarıma bakıp yaşadım. Biliyordum, ölüm verilen emri harfiyen yerine getiren bir asker olup beni beklemektedir, “Canı al!” emri gelince Allah’tan, canımı alıp hayatıma son verecektir. Her an bu emir gelebilirken, ne diye gençliğimi yerden kaldırmıyorsunuz, ağaran saçlarıma bakıp sonunuzu düşünmüyor musunuz? Dünya, bir yaz yağmurudur yağar, geçer. Geride bir anlık ıslaklık kalır, sonra çıkar kokusu bir başka âlemde. Hesap verme zamanı. Ne yaptın o bir anlık ıslaklıkla? Kapılıp gittin mi yoksa ibret alıp kendine mi döndün?
Bir duvardan bir kadın çıkar, bir kadın duvar olur, zamanın başladığı yere döner. Toprak kokar bütün bedenler. Karanlık baş döndürür duvarlar ve kadınlar arasında. İşte yokluğun evveli, varlığın ahiri, ara yerde iki perde: Duvar ve kadın. Sert sözcükler yazılır duvarlara, ince kadınların narin elleriyle: Öl ve ol! Devril ve doğrul! Kalk! Ve veda et dünyaya, insanlara ve anılara. Hiçbir şey kalmasın geriye. Elbette duvarlardan kadın çıkacaktır, kadın duvar olacaktır, ikisinin arasında hiçbir fark kalmayacaktır. Makbul dualar, mübarek zamanlarda yerini bulacaktır, sebepler hikmet dairesinde üzerlerine düşeni yapacaklardır, sebeplerin sebepleri tek tek dökülecek, bilinecek, kayda geçirilecek.
Duvarlar ve kadınlar, ağlayacak, aynı satırların altında, aynı yer yataklarında, ırmak boylarında. Her duvar bir misal, her kadın visal. Aynalar sırrı olmadan tutulacak kaderlerin yüzüne. Hakikat temaşa edilecek, hakikat apaçık belirecek, hakikat her yüzüyle bilinecek.
Bütün arayışlar aynı sonucu verir: Hakikati aramanın, hakikate ulaşmanın bir sonu yoktur ve bu bilmeye rağmen, bıkmadan usanmadan hakikati aramak, aramaya devam etmek. İnsan yakınken de uzakken de hakikati arar, çünkü bu bir ihtiyaçtır, hak yolcuları için. Dünyalılara sözümüz yoktur. Onlar dünyada başladıkları yolculuklarını, dünyada bitirmişlerdir, hakikati aralayacak kapıları aralamaktan kaçınmışlardır.
*
Mezarlık ziyaretimi yaptım. Mahalleli Kürtler bugün ölmüş olan bir kadının mezarını kazıyorlardı, yarın sabah on sularında kadını defnedecekler.
1931-2008 yılları arasında yaşamış Hacı Zakir, hemen yanında 1960-2010 yılları arasında yaşamış olan oğulları Hacı Elçin ve bugün vefat eden kadın...
Yürüdük mezarlığın içinde. Tepede ölülerin evleri, aşağıda dirilerin kabirleri... Yukarıdan kuş bakışıyla baktığın zaman Badamdar’a, ölüler ve dirilerin meskenlerinin birbirine karışmış olduğunu görürsün. Bunların içinde her türlü adam var, her milletten. Yahudi’si var, Hıristiyan’ı var, Müslüman’ı var. Rus’u, Azeri’si, Kürt’ü, Ermeni’si var.
Sonra lüks bir otomobil geldi, içinden iki genç çıktı, muhtemelen karı-kocalar veya benzeri bir şey. Erkek dar bir kot giymiş, güneş gözlüğü takmış. Kadının üzerinde ince bir elbise, mini etek, her tarafını açıkta bırakan… Öylece bir yakınlarını ziyaret ettiler, birkaç dakikalığına.
Birkaç Kürdün mezarı kazdıklarını gördüm. Hacı Zakir, eşine, Hacı Elçin de annesine kavuşacak. Evlat acısı tatmış olan kadın, bu acıdan kurtulacak, çünkü artık oğlunun olduğu âlemde olacak.
Aslında mezarlara bakıp Azeri toplumun inanç profili çıkarılabilir. Mezarlarının bir kısmının üzerinde ölen kişilerin resimleri çizilmiş, kadınların yüzleri, saçları, başları açık, belli. Bir kısmının üzerinde sadece isim ve doğum ölüm tarihleri ile cami resmi var. Genel ayrım böyle, tabi bunun içinde değişik inançta olanlar vardır, yani görünüşü ile içeriği birbirine uymayanlar. Sonuç olarak şunu diyebiliriz, birinci kısımdakiler ahrete inanmıyor, ikinci kısımdakiler ahrete, ölümden sonra bir hayatın olduğuna inanıyorlar. Sadece birinci guruptakiler daha çok komünist olan Ruslar, Azeriler, Ermeniler; ikinci kısımdakiler de Müslüman olanlar.
Misafir